DEVRİMCİ ORDUYA HOŞ GELDİN!

Devrimci Ordu silahsız bir halk hareketidir. Bürokratik askerlik ise basit, sıkıcı ve özelleşmiştir.

HAKKIMIZDA

Biz her alandan, her sokaktan devrimcileriz.

Devrimci Ordu, her alandan, her sokakatan, bireysel eğilimine bakmadan, her yurttan bireylerin kurumlar üstü eylem birliğini amaçlamaktadır. Her ülkede öncelikle yurttaşlık bilinciyle, daha sonra küresel dünya vatandaşı olarak bireylerin haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı ve yurdun gereksinimmlerine göre birliği amaçlamaktadır.

Bu eylem birliğini gerçekleştirmek için Devrimci Ordu ile ilişkiye girmeden önce

  • Sivil Ordu
  • toplantılarına katılmanız gerekmektedir. Kararlar katılımcıların ortak görüşleri çerçevesinde alınacaktır. Yani eylem birliği yurttaşların ve dünya vatandaşlarının iletişimi sonucu gerçekleşecektir.

    Devrimci Ordu MK

    NE YAPMALI?

    Ne yapabiliriz? Yasalardan faydalanabilir ve kendiliğinden disiplinli olarak hareket edebiliriz.

    İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ MADDE 19 Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.

    TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI MADDE 25 1) Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. 2) Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.

    MADDE 34 Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.

    Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulmaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
    • HAKLILIK 100%
    • KATILIM 75%
    • ŞEFFAFLIK 66%
    • UYGULANABİLİRLİK 88%

    KONULAR

    Dünyayı anlamanız için gerekenler.
    KOMÜNİTE
    Kapitalizm marksizmi çarpıtmaya ve onu “devletçiliğe” indirgemeye çalışıyor. Oysa marksizm devleti sınıfların zor aygıtı olarak tanımlar. Devlet bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini sürdürme aracıdır. Kapitalizmde devletleştirme burjuvaziye kaynak ayırma yöntemidir ve dolayısıyla batmakta olan ya da zarar eden işletmelerin bedeli burjuvaziye ödenir. Bu sayede yükten kurtulan burjuvazi daha kârlı olan alanlara yatırım yapar. Proletarya diktatörlüğünde (işçi demokrasisinde) ise devletleştirme sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak amacıyla yapılır. İşçi demokrasisinde mülkiyet işçi sınıfının ortak mülkiyetidir. Proletarya diktatörlüğünde el konulanlar için burjuvaziye bedel ödenmez. Marksizmde siyasal mücadelenin hedefi burjuva devleti parçalamak ve yerine sovyetler, şuralar, konseyler vb. koymaktır. Marksist çözümlemelerin burjuvazinin devletçi ekonomiye meşruluk kazandırma gibi bir niteliği yoktur. Üretimin gelişiminde belirli bir aşamada sınıflar ortaya çıkar ve sınıf savaşı da zorunlu olarak işçi sınıfı iktidarına yol açar. Yani feodal ortaçağın bağrında ulusal nitelikte kapitalist devletler ve dolayısıyla burjuvazi gelişti. İşte işçi sınıfı kendisiyle birlikte burjuvaziyi de ortadan kaldırır ve sınıfların ortadan kalkmasıyla devlet de sönümlenir. İşçi devleti emekçi çoğunluğun baskı aygıtı olmasının yanında karşı-devrime de engeldir. Bir işçi devleti her şeyden önce düzenli ordusuz, bürokrasisiz, sönmeye yüz tutmuş bir yarı devlettir ama aynı zamanda işçi devleti işçi sınıfının sovyetler biçiminde örgütlendiği bir komündür, yani bürokratik olamaz. Buna göre proletarya diktatörlüğünden sosyalizm dediğimiz komüniteye geçiş dönemi “devletli” bir dönemdir. Geçiş dönemi sona erip sınıfsız topluma, komüniteye geçildiğinde demokrasinin sona erip özgürlüğün başladığı bir çağ başlayacaktır. Komüniteye varmak için işçi iktidarı ekonomiyi kontrol edecektir. Sadece bir ülke ya da bölgede sınırlı kalan komünite devrimi getirse bile sürekliliği getirmeyeceğinden dolayı işçi iktidarı dünya planında yaygınlaştığı ölçüde üretim anarşisi, işsizlik, rekabet, krizler ve savaşlar son bulacaktır. Herkes yeteneğine göre çalışacak, çalıştığı ölçüde üretimden pay alacaktır. Dahası toplumsal üretkenlik ile zenginlik arttıkça çalışmak bir zevk durumuna gelecektir. İşte o zaman sınıfsız toplumun komüniteden, yani sosyalizmden sonraki üst aşamasına, komünizme doğru yol alınacaktır.


    Marksizmde diktatörlük kavramı bir siyasal yönetim biçimini değil, sınıf egemenliğini anlatır. Yani proletarya diktatörlüğünde, ezici çoğunluğun bir grup aylak-asalağa karşı baskı kurduğu diktatörlükte emekçi sınıfa yönelik bir baskı ya da zorbalık söz konusu olamaz. Proletarya diktatörlüğü sınıfsal özü farklı bir devlet biçimidir. Sınıfları kaldırmanın aracı olarak proletarya diktatörlüğü sınıfları oluşturan koşulları da ortadan kaldırır, yani basit meta üretimini de ortadan kaldırır. Proletarya diktatörlüğünde demokratik merkeziyetçiliği sağlamlaştıran parti sınıfsız yoldaki öncülükten asla vazgeçemez. Demokratik haklar ise kapitalizme göre daha fazla olduğundan dolayı sosyalizm-komünizm bir alternatif olarak daha da belirginleşir ama burjuvazi devlettten dışlanır ve kapitalizm yasadışı ilan edilir. Yasama ve yürütme arasındaki ayrım burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü gizleyen ve koruyan bir rejimin özelliği olduğu için ortadan kaldırılır. İşverenler ve işletmeler var olmayı sürdürdükçe sendikalarda varlıklarını işçi sınıfının yaşam standartlarını korumak için devam ettirir ve işçi sınıfından olmayan sendikalar yasaklanır. Proletarya diktatörlüğü ancak halk proletaryadır şiarıyla örgütlenen tek bir parti aracılığıyla yürütülür. Kamu hizmeti bir kariyer ve meslek olmaktan çıkar. Belli bir toplumsal çağa özgü üretim ilişkilerinin bozulması ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrilmesi sadece uzun süreli bir siyasi mücadele sayesinde gerçekleşir. Proletarya diktatörlüğünde hukuk sönümlenmez. Hukuk hiçbir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha ileride değildir. Proletarya diktatörlüğünün, işçi demokrasisinin özü izlenecek yolun yasallığı ya da yasadışılığı, barışçıl mı yoksa şiddet içerikli mi olacağı konusu değil, üretim araçlarını kimin kontrol edeceği ve iş bölümü tahribatına karşı toplumun zihinsel ile fiziksel becerilerinin senkronizasyonunun sağlanması konusudur.

    Marksizm, kapitalizm koşullarında gündemde olanın, devletin ortadan kaldırılması değil, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olduğunu saptar. Devlete sınıfsal özünden bağımsız bir karşıtlık yoktur ve sorun devlet değil, toplumun sınıflı olmasıdır. Sınıfsal özünden bağımsız devlet karşıtlığının olmaması kapitalist devletle barışık olma anlamına gelmez. Kapitalist devletin sönümlenerek ortadan kaldırılması beklenemez. Sönümlenme proletarya diktatörlüğünden sonraki çağın konusudur. Kapitalizmde devletin sönümlenmesini beklemek sınıf işbirlikçiliğine götürmekle birlikte devrimin de inkarıdır. Proletarya iktidarı aldıktan sonra sorun iktidarın ve devletin nasıl tasfiye edileceği değil, nasıl üretken ve etkili kılınacağı, sömürücü sınıf ve ideolojilerin varlık sebeplerinin nasıl ortadan kaldırılacağıdır. Bu süreci komünist manifestoda aşağıdaki gibi özetler.

    - Proletarya, komünizmin gerçekleşmesi sonucunda (diğer tüm sosyal sınıflarla birlikte) artık var olmayı bırakacaktır. O zamana kadar, kapitalizmden sonraki ilk dönemde proletarya kendini egemen sınıfa çevirecektir. Eski devletin yok edilmesinden sonra artık kendini yeni proleter devlet ya da "Proletarya Diktatörlüğü" olarak teşkil edecektir.
    SINIF
    Neolitik çağda, artı değerin ve giyecek vb. eşyalar dışında özel mülkiyetin olmadığı, ortak alanlarda sınıfsız-devletsiz-savaşsız yaşayan herkesin avcı-toplayıcı olarak tek görevinin yiyecek bulmak olduğu ilkel komünal toplum, tarımsal üretim yapabilmek için yerleşik hayata geçti. Geçiş sürecinde, kimi avcı-toplayıcı insanlar erzak depoladı ve üretim araçları üzerinde egemenlik kurdu. Bu egemenlik, insanın insana yabancılaştığı tür içi egemenliği beraberinde getirdi ve ilk sınıflı toplum oluştu. Altyapısını üretim biçimi oluşturan sınıflı toplumda, efendiler yaptırım gücünü zor tekeliyle elde etti. Bilinmezlikten güç alan din, efendilerin çıkarları için ahlakta, hukukta, gelenekte ve kültürde belirleyici oldu. Zor tekelinin varlığı, din aracılığıyla köleler tarafından yeterince onandığında, köleci toplumun üstyapısı oluştu. Sınıflı topluma geçiş sürecinde, sınıfsız toplumun varlığını sürdürdüğü arkeolojik bulgulara dayanmakta. Tarih, yabancılaşan insanın özüne karşı hareketiyle başladı. Sermaye birikimi ve üretim araçlarının özel mülkiyeti, yapısını üretim ilişkilerinin belirlediği efendi ve köle sınıflarının köleci toplumunu ortaya çıkardı. Üretim biçimi, üretim ilişkilerini değiştirirken toplum yapısını da değiştirdiği için köleci toplumdan derebeyi ve serf dediğimiz sınıfların feodal toplumu ve yeniden üretim biçiminin değişimiyle burjuvazi ve proletarya dediğimiz sınıfların kapitalist toplumu oluştu. Sınıflı toplumun görüngüsünü belirleyen itici güç, kaynağı maddi ekonomik yapı olan toplum yapısına bağlı sınıflar arasındaki savaşımdır. Sınıf savaşımı, sınıflar arasındaki ilişkilerde anlık olmayan egemen süreçtir ve tarihi yaratır. Tarih, sınıf savaşımları tarihidir.
    Emek, insan-insan ve insan-doğa arasında süren ilişki ve eylemdir. Kapitalizmde emek, insanın kendini ve insanı proletere dönüştürme sürecidir. İnsan, emek sürecine girmezse asalak yaşar. Kapitalizmde görüngü, proletaryanın emeğiyle birikerek proletaryayı ezen, gelişim veya yeniden üretim denilen artı değerdir. Burjuvazi, proletaryanın artı değerini sömürebilmek için insan emeğiyle oluşan görüngünün karşılığı olarak ücret verir. Kapitalizmi çözümlemek için emeğe karşılık olarak ücretin kabulü sorgulanmalıdır.

    Kapitalist toplum oluşana kadar, her ilerici sınıf gibi burjuvazi de feodalizmi yıkarken devrimciydi. Uyanık burjuvazi, kapitalizmin özümsenmesi için propagandasını "sınıf ve mülkiyet ilişkileri hep böyleydi" varsayımını dayatarak yaptı. Egemenlik çıkarı, kapitalizmi korumak ve varlığını sürdürmek olduğu için gericileşti. Ancak emek ve sermaye arasındaki yapısal karşıtlığın var ettiği potansiyel sürekli çatışma, proletaryayı kapitalizmi yıkmaya zorlayacak. Üstelik kapitalizmi yıkarken ilerici olan devrimci proletarya, sınıfsız toplumu kurarken burjuvaziyle birlikte kendi sınıf varlığına da son vereceği için gerici olamaz.

    Maddi toplumsal koşullar oluşmadığı sürece, proletaryada kendiliğinden sınıf bilinci oluşmaz. Sınıf bilinci olmadan sömürüyü kanıksamış proletaryanın varlığı "kendinde sınıftır" ve sınıf olarak kendinin farkında değildir. Sınıf bilinci, toplumsal niteliği olan emeği kavratır ve çıkarlarını öğrenen entelektüel proletarya "kendisi için sınıf" olur. Proletarya "kendisi için sınıf" olduğunda, artık sınıf bilincini "kendinde sınıfa" taşıyan öncü harekettir. Süreci hızlandıran öncü hareket, maddi toplumsal koşulların değişmesiyle kendiliğinden oluşacak bir sınıf bilincini beklemez. Bu hareket, sınıfsız toplumu kurmak için gerekli hazır kuvvete dönüşen öncü birliktir. Hazır kuvvet, praksis ile kuracağı sınıfsız toplumun nesnel çıkarlarını sağlamaya da hazır olacaktır.

    Sınıf analizi yaparken sınıf bölünmesini, sınıfların egemen-ezilen konumlarını çoğunluk, yetenek, gelir düzeyi veya entelektüel düzey belirlemez. Temel olarak sınıfları, statüleri ve katmanları aşan üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretim araçlarına yabancılaşma belirler. Burjuvazi, "kendisi için sınıf" olmayı başarmış bir proletarya istemez ve proletaryayı birleştiren ortak özellikleri çeşitli yöntemlerle gizler, proletaryayı ücretli kategorilere böler ve aralarındaki ayrımı abartır, proletaryayı küçük bir sınıfa indirger ve proletaryaya küçük burjuva ideolojisini dayatır. Sınıf analizi, insanlığa değiştirme yeteneği kazandıran bir yöntem olarak, artı değer sömürüsü sürdükçe güncel olacaktır.

    Proletarya, her geçen gün çoğalan "kendinde sınıf" olarak dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Burjuvazi, az ve azalan nüfusuyla, asalak bir sınıf olarak, proletaryaya karşı birlikte hareket ediyor. Burjuvazi ve kapitalizme karşı hareket, proletaryaya sınıf bilinci taşımaktır.

    Komünist Manifesto'dan (dipnottan) alıntı:

    - Burjuvazi, deyince, toplumsal üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran ve ücretli emeği sömüren modern kapitalistler sınıfını anlıyoruz. Proletarya, deyince ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için iş gücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını anlıyoruz.

    Şimdi dünyaya baktığında ne gördüğünü hangi sınıf belirliyor?


    İNSAN
    İnsan için doğanın görüngüsü, bulgu, buluş ve üründür. İnsan topladığı-avladığı bulguyu, buluşu ve ürünü paylaşarak yaşar. Doğa ile ilişkiler, insanın tepkiden farklı ve basit sesler çıkarmasını sağladı. Ses-çağrı olarak bulgu, diğer bulgular çevresinde rastgele yaşayan insanı, kendi türüne yakınlaştırdı. İnsanı buluşturan her bulgu, doğadan öğrenme sürecindeki emeğin sonucudur. Buluşmalarda, bulguları paylaşan ve biriktiren insan, buraya değin organize değildi. Taşı kesici alet yapan düşünce ve bilim, farklı bulguları aynı bölgede toplayan ortak emekle oluştu. Paleolitik çağda, buluş için ortak emek, ilkel taş alet yapımına bağlı olarak organize oldu. Mezolitik çağda, beslenme-savunma için üretilen aletler ve buna bağlı gelişen düşünce, insanı toplantı için güvenli ve ortak alanlarda organize etti. Organize olmadan önce de kendi türünün farkında olarak yaşayan "kendinde tür" insan, buluşu ile ortak çıkarlarına bağlı olarak organize yaşayan "kendisi için tür" oldu. İnsan, doğaya ait üretim araçlarına bağlı maddi koşulların belirlediği devrimin sonucudur.


    Yaklaşık 50.000 yıl önce, organizasyona bağlı dilin gelişmesi, insanı plan yapma ve sorun çözmede etkin yaptı. Organizasyon çıkarına bağlı olarak ahlak ve buna bağlı hukuk oluştu. Yaklaşık 40.000 yıl önce, müzik yapan, süs takan, simgesel düşünen insan, mağaralara resimler çizdi. Mağara çizimleri, insanın görüngüyü anlatma aracı olarak yazının başlangıcıdır. Doğanın farklı bölgelerinde, yaklaşık 12.000 yıl önce eriyen buzullar, ılıman iklimi başlattı. Farklı bölgelerde, mağaradan düzlüğe çıkan insan, mevsime göre yenebilir bitki ve av hayvanı bulunan bölgeler arasında hareket etti. Bulunduğu bölgede, karşısına çıkan aynı maddelere farklı isimler verdi ve aynı dili farklı kullandı. Ulus, rekabet aracı değildi ve ortak emekle yaşardı. Ulus, ürününü kendiyle paylaşan doğaya bağlı ve yurtseverdi. Uluslar arasında rekabet yoktu. Uluslar arasında işlev farkı yoktur ve ulusların görüngü farkı, doğadaki maddi koşullara bağlı farklılaşan her kalıt gibi dilin kullanım farkıdır.

    Göçer insan için taşınabilir eşyalar dışında birikim yoktu. İnsanın iyi avcı-toplayıcı olması önemsizdi. Yaş ile cinsiyet önemsizdi ve ortak yetkeyle karar alınırdı. Hamile ya da emziren kadın, toplum çıkarı gözetildiği için avlanmazdı. Toplanan-avlanan her bulgu, toplum çıkarı için pay edilirdi. Aile yoktu ve toplumda her birey için toplum önemliydi. Göçer insan, av hayvanına ve topladığı bitkiye yakın yerde yaşamaya başladı. İnsan birlikte topladı, birlikte avlandı ve birlikte barınak yaptı. Ahlak, hukuk, gelenek, kültür ve bu süreçte doğayı açıklamada etkin olmayan bilimin boşluğunda doğayla ilgilenen din, doğa ve toplum arasındaki ilişkilere bağlı olarak toplum yetkesiyle belirlendi. Kalıt ve yeni olarak her bulgu ve buluş, insanı ortak çıkarları için eğitti. Sanatın etkin olduğu gelenek ve buna bağlı olarak kültürün görüngüsü oluştu. İnsan, önceki toplumun bulgu ve buluş kalıtı içinde yaşamaya başladı.

    Neolitik çağda, dinin bilimden ayırt edilemediği süreçte, toplum için katkısız doğayı anlama aracı olarak doğayla ilgilenen din, doğal gözlem sonucu bitkiyi çözümledi ve tarıma uygun duruma getirdi. Doğa, yapısını belirlediği bağıl toplumla, kendine ait üretim araçları üzerindeki konumlandırma yetkisini paylaştı. Üretim araçları, ilkel, ortak ve yeterliydi. Toplumun, doğal üretim araçlarını konumlandırma yetkisi olarak egemenliği, insanı yaşadığı bölgenin konumunu ve kendi görüngüsünü belirlemede doğaya ortak yaptı. Yerleşik yaşam için toplum, doğaya ait altyapıyı kendi konumlandırdı. Konumu belirlenen üretim araçlarına bağlı olarak, tarım için yerleşik yaşam başladı. İnsan, yerleşik yaşama uyabilir hayvanlar buldu ve eğitti. Yerleşik yaşamda, toprağın düzenli işlenmesi ve besi hayvanlarının bakımı, çalışma düzenini değiştirdi. Toprağı ekip biçmek, yenebilir bitkilerin hazır bulunmasını sağladı. Ekicilik-biçicilik-besicilik yeni işlevdi. Yerleşik yaşam büyüdü ve barınak kalıcı maddeden yapıldı. Doğa ve doğanın bileşeni olarak toplumun altyapı üzerindeki ortak egemenliği, buraya değin üstyapıyı belirledi. Yerleşik toplum değerleri, göçer değerlere yakındı. Gün içinde, yaklaşık üç veya dört saat ortak emekle çalışan toplumda, buraya değin görüngü, doğal toplum içindi. Her bulgu gibi her ürün, toplum tarafından gereksinime göre pay edildi.

    İlkel komünal toplum, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkilerde kendi konumunu belirleyen doğal toplumdu ve bu toplumda aylak-asalak olmaya temel olmadığı için sınıf yoktu. Birey ve toplum, doğal maddi koşulların belirlediği aynı süreç içinde ortaya çıktı. Birey, düşünce, dil ve sanat toplumsaldır. İlkel komünal toplumda, ahlak, hukuk, gelenek, kültür, ulus, din ve olgu olarak varlığı bilinmeyen bilim, doğal-toplumsal olduğu için insana yabancı değildi. Göçer yaşamdan yerleşik yaşama geçiş süreci, her bölgede eş zamanlı yaşanmadı. İlkel komünal toplum, göçer ve yerleşik durumda, doğanın ve toplumun ortak çıkarı için yaşadı. İnsanı insan yapan momentum, doğanın ve doğal bileşeni olarak sınıfsız toplumun ortak çıkarı için yaşamaktır.
    KAPİTALİZMİN FELSEFESİ
    Söylemi özgürlük iken eylemi bireyci yarar ve mutluluk olan liberal felsefenin bileşenlerinden söz edeceğim. Kapitalizm ve onun yönetimindekiler, insanı "mutluluk mu, özgürlük mü" ikilemine sokarken bu tuzağa düşen gerçek özgürlükçüleri (liberalleri değil) mutsuz kılmayı da başarabilir. Bu ikileme dikkat etmeliyiz. Ayrıca liberalizmin varacağı noktadan da söz edeceğim. Liberalizmin yarattığı narsist birey ve narsist bireyin varacağı nokta olarak bilimsel görünmeye çalışan hastalık "sosyal darwinizm" çıkmazından söz edeceğim. Irkçılık, genetikle ulusların arasında ilişki olduğu yanılgısı üzerinden var oldu. Fakat medeniyet ve bilim tarihinin, ulusları dillerin oluşturduğu, dillerin doğadan öğrenilerek oluştuğu gerçeğini ortaya çıkarması ile insanı insana yabancılaştıran ırkçılık da çöktü. Bütün bunlara değinirken kapitalizmde psikolojik olarak düzelmeye de değineceğim.




    Burjuvazinin felsefesi ve ideolojisi liberalizmdir. Çoğu ülkede ise "ideoloji" kaygan bir kavramdır. Bu kayganlık egemen sınıfın istediği şeydir. Liberalizmin temelinde mutluluğu en yüksek seviyeye çıkaracak şekilde tüketim yapan insan vardır. Her şey daha fazla mutluluğu hedefleyen ve daha fazla yarar amaçlayan insan tanımı üzerinedir. Çünkü kapitalizm, liberalizmi tüm bileşenleriyle bayrak edindi. Liberal felsefe, insanın özgür ve eşit olduğunu iddia eden bir felsefe, ancak aynı zamanda mülkiyeti temel alan liberal ekonomi, yani kapitalizm de söz konusudur. Liberal felsefe, aydınlıklar yüzyılı denilen 17.yy’ın sonunda ortaya çıktı. Liberal ekonomi ise kolektivizm ile çelişiyor, ayrıca özel mülkiyeti doğal bir hak sayıyor. Lİberal ekonomiye göre bireyler ayrı ayrı haklarına ulaşmaya çalışarak, kolektif çıkarlarını da gerçekleştirebilir. Liberalizme göre, piyasa işleyişine hiçbirşey engel olmamalı, devlet kurallara göre ekonomiye müdahale etmeli ve kurallara uymayanları cezalandırmalıdır. İşte bu tam olarak kapitalizmdir. Liberalizm kapitalizmdir ve felsefesi de kapitalizmin felsefesidir. Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç olarak görmez ve erteledikçe erteler.

    1920'ler boyunca savaşın zararlarını yaşayan, ekonomik koşulların zorlaştığı, işsizliğin arttığı, toplumsal hoşnutsuzluğun arttığı süreçte Naziler "Neşeyle Kuvvetlenme" ilkesiyle bir çeşit mutluluk propagandası yaptılar. Nazilerin popülerliğini arttıran en önemli kuruluşlardan biri KdF (Kraft durch Freude), yani "Neşeyle Kuvvetlenme" idi. 1939'a kadar milyonlarca insanın katıldığı organizasyon, özellikle işçilere ve ailelerine yönelik politikalar geliştirdi. Eğlence, boş zaman ve tüketim üzerine kurulu bir organizasyondu. Devletin popülerliğini öven örtük bir propaganda aracıydı. Her gün yaşanan ve felaket olarak görülen her şeye rağmen, devletin pozitifliğine dair propagandasını sürdürdü. KdF'nin hedefinde ücretli çalışan kesimler, işçiler vardı. Devlet tarafından, eğitimli ve daha üretken bir ülke için iş gücü propagandası yapılıyordu. Kurulan sistemin herkes için avantajlı olduğu yönde propaganda yapılıyordu. Sınıfsal çelişkilerin önemli olmadığı vurgulanıyordu. Devlet, pozitif yönetim teknikleri geliştirmeye çalıştı. Yaşamın boş zamanına hazzı, mutluluğu ve keyif alınan olguları koymaya çalıştı. Böylece hayatından ve işinden (devletten) keyif alan mutlu bir ulus devlet görünümü oluştu. Vatandaşlar için en iyi yönetimin bu olduğu propagandası yapıldı. Mutsuz olmak, muhalif olmaktı.

    Mutluluk çok geniş bir kavramdır. Yaşam biçimleri, kültürler, yaşamdan beklentiler, zevk ve tutkular, inançlar ve daha bir çok nedenle herkese göre değişiklik gösteriyor. Fakat bilimsel olarak tek bir şey ifade ediyor. Mutluluk bir beden durumudur ve bedenden geri bildirim geldiğinde mutlu olursunuz. Nefes almak gibidir. Times dergisine göre bilim insanları diyor ki; mutluluk hissinin %40'ını düşüncelerimiz, hareketlerimiz ve karakterimiz belirler, geri kalanın %50'si ise genetik faktörlerle ilgilidir. Yani bu bilgiye bakarsanız mutlu olmanın sadece %10'u çevre gibi insan beyninden bağımsız faktörlerden etkilenmektedir. Fakat insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? İnsanların yaşayabilmeleri için gıda, barınma, eğitim sağlık ihtiyaçları var. Emekçiler bu ihtiyaçları karşılamakta zorlanıyor. Savaşlar, krizler, çevre kirliliği gibi sorunlar da var. Bunlardan dolayı mutsuz olmaya sebep olan şey kapitalizm iken insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? Kapitalizm kendi krize girdikçe burjuvazi insanları birçok amaçla kalıba sokuyor. Medyayı kullanıyor. Bu mutsuzluk durumlarında, dizi ve filmlerde konu fakirlik de olsa fakir olan sonunda zenginleşiyor. Herkes zengin mi olacak, kapitalizm medya aracılığıyla topluma bunu mu vaat ediyor? Filmlerdeki çağa uyan insan felsefesi, para kazanmak ve harcamaktır. Kişi sürekli kendisi için düşünmelidir, çünkü kapitalizmin felsefesi olarak liberalizme göre mutluluk bu formülde gizlidir. Reklamlarda bir çikolatayla mutlu olabiliyorsunuz ya da bir otomobille ayrıcalıklı sayılıyorsunuz veya lüks bir rezidans ile yaşama meydan okuyorsunuz. Emekçiler, bu tüketim kışkırtması sonucunda, maddi olanaklara kavuştuklarında değer göreceklerine inandırılıyorlar. Kapitalizm insanları o kadar küçük beklentilere razı etti ki, büyük idealler ve amaçlar insan aklından uzaklaştı. Küçük metalar satın almak insanları tutsak etti. Bencillik, bireycilik, rekabeti arttırıyor ve arttırdıkça insanların duygu durumları daha da sarsılıyor. Gerçek olansa, mutluluk bir duygu durumudur ve sürekli aynı duygu durumunda kalmak sağlıklı değildir. Psikolojik sağlığın en önemli göstergelerinden biri, kişinin tüm duyguları hissetmeye açık, herhangi bir duyguda çok kalmadan ve hiçbirinden kaçmadan duyguları deneyimlemesidir. Times dergisindeki bilim insanlarının aksine mutluluk bir bilimdir ve pozitif psikolojidir. Pozitif psikolojinin amacı olması amaçlanana odaklanmaktır. Mutluluk bilimi ya da pozitif psikoloji, kişilerin güçlü olan yanlanlarıyla ilgilenir. Böylece kişiler kendilerini daha iyi durumlara ulaşmak için motive eder. Günümüzde pozitif psikoloji ders olarak okutulmakta ve mutluluk bilimi sosyal alanlarda başarılı olmak için öğretilmektedir. Bu psikolojiyle uğraşanlar, herkes için genel geçer çözüm olmadığını belirtiyor. Sosyal ilişkileri güçlü ve başarılı olanların mutlu olduğunu ekliyor ve sosyal ilişkileri arkadaşlık sayısıyla ilişkilendirmiyor. Mutlu insanın akıl sağlığı düzgün insan olduğunu, kendisiyle barışık olduğunu ve doğayla iyi ilişkiler kurduğunu belirtiyor. Amacı olan insanların, insanlığa yararlı olabilmeyi hedefleyen kişiler olduğunu belirtiyorlar. Anlaşılıyor ki mutluluk için, Times dergisinin söylediğinin aksine çaba göstermek gerekiyor. Mutluluk konusunda ise felsefenin önermelerinin yerini kesinlik aldı. Fakat yine de felsefeye değinmeden edemeyiz. Bilimden önce felsefe bu konuda akıl yürüttü. Aristo "mutluluk anlık hislerden oluşmaz, nihai hedeftir" derdi. Kant "mutluluk tüm eğilimlerin memnuniyetidir" derdi. Nietzche "mutluluk insanların çevrelerine uyguladıkları bir güçtür" derdi. Sokrates "mutluluk kişinin kendine bahşettiği başarılarından gelir" derdi. Platon mutlu olmanın yolunu "bir önceki yıla göre edindiğimiz başarı" olarak görürdü. Felsefenin, bilimin gelişmesinde yararını göz ardı etmesek de, artık bilim bu çıkarımları gereksiz kılıyor. Ben yine de liberal felsefenin ağacına su akıtan her oluğu eşeleyeceğim ve size meyvesini göstereceğim.

    Roma imparatorluğunun egemen felsefesi olan Stoacılık, örgütlü bir hareket olarak yaklaşık 500 yıl devam etti. Bu süreçte uluslar arası boyut kazandı ve günümüzde de liberalizm tarafından teşvik ediliyor. Daha çok ahlak felsefesi olarak ön plana çıksa da yaşamın bütününü kucaklayan bir felsefedir. Stoacılığın bize sunacağı iki yardım var: İlki, endişelendiğimizde, çoğu insan bizi neşelendirmeye çalışırken ve en akıllıları bile "neşelen" derken Stoacılar umut vermezler. Çünkü umut duyguların afyonudur ve kişinin iç huzurunu sağlamak için kesinlikle yok edilmelidir. Stoacılık bunun yanında, anın kıymetini bilmek, geçmişe takılmamak, bugünü pişmanlıklarda bulandırmamak, olaylara bakış açımızı değiştirerek, kendimizi tanıyarak ve sınırlarımızı bilerek bunu kabullenerek mutluluğa erişebileceğimizi öğütler. Stoacılık, dünyayla ilgili teorilerle ilgilenmez ve sonsuz bir tartışma için değil, eylem için vardır. Adını Zenon'un derslerini verdiği stoa isimli direkli galeriden alır. Stoacılar, dört önemli erdem aracılığıyla öz-gelişim amacı güderler. Pratik bilgelik, aşırıya kaçmama, adalet, cesaret. Bütün bunlara rağmen, Stoacı öğreti, ahlaklı olmanın koşulunu dışsal değil de içsel özgürlüklere bağladığı yerde, sosyal eşitsizliklerle ilgili herhangi bir eleştiri sunmaz. Hatta Roma Anayasası'nı doğal anayasa olarak gördüğünden, köleliği de doğallaştırır. Belki de liberalizmin bugün Stoacılığı teşvik edişi bundandır.

    Eudaimonizm, Antik çağda insan davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiğini ileri süren ahlak felsefesidir. Buna göre en üstün iyi, mutluluktur. Sokrates'e göre, en üstün iyi olan mutluluk, ahlaki mutluluktur ki bu da bilgiyle elde edilir. Bu durum Sokrates'ten sonra bütün Yunan düşünürlerince kabul edildi. Mutluluk, bütün öğretilere göre iyi yaşama anlamındadır. Bu konuda toplumsalı bireysele indirgemek, mutluluk koşullarını her zaman ve her yerde aynı ve geçerli saymak gibi, temelsizce mutluluğu ölümden sonrasına aktaran teolojik anlayıştan çok daha bilimsel olan eudaimonizmin, insanları bu dünyada mutlu kılmak gibi yüce bir gücü vardır. Fakat Fransız burjuva materyalistleriyle, İngiliz ve Amerikan pragmatistleri, bütün idealist yanılgılarıyla temelde eudaimonizmden yola çıktılar. Liberalizmin eudaimonizmi teşvik edişi, burjuva materyalistlerin ve idealistlerin ellerinde yücelmesindendir.


    Hazza uyum, 1970'li yıllarda iki psikolog tarafından ortaya atıldı. 1971'de bir başkası tarafından basitleştirildi ve mutluluk çarkı biçimini aldı. Bu teoriye göre her insanın mutluluğu, ulaşabileceği en yüksek seviye ve düşebileceği en alçak seviye arasında belirlidir. Olağan ya da olağan olmayan yaşam şartları altında, insanların yaşama uyum sağlarken yakaladıkları mutluluk seviyesi, aslında her zaman aynı döngünün içindedir. Hedone eski Yunancada haz ve zevk anlamına gelmektedir. Hedonizm ise, hazcılık demektir. Haz bireysel olarak ortaya çıkan bir hoşlanma duygusudur. Bireyin haz duygusu sadece o kişinin eylemleri için geçerlidir ve evrensel bir özellik taşımaz. Bu yüzden hedonizme göre evrensel ahlak yasası yoktur. Psikolojik ve ahlaki olarak iki hedonizm vardır. İnsanların psikolojik anlamda yalnızca haz almayı istediği hedonizm ve zevki en yüksek seviyeye çıkarmanın temel ahlaki sorumluluk olduğunu söyleyen diğer hedonizm. Hedonistler sürekli olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzını, karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hatta bilginin de anda yaşanan duygulardan oluştuğunu düşünürler. Ayrıca hedonizm, çalışma kültürü açısından da kişinin kendisi için çalışmasını ifade eder. Bu da, bireyin kendisi ve bireysel çıkarlarıyla hedefleri için para kazanması demektir. Hedonistlerde ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde görülür. Günümüzde hedonizm, hayatın tek amacının yeme, içme ve sınırsız eğlence olduğu yanılgısı üzerinden yükseliyor. Liberalizmin istediği bireye ne kadar da benziyor. 400 yılı aşan kapitalist ekonomi, bireyin özellikle hazcı olduğu bilincini topluma yerleştirdi. Kapitalizmin varsaydığı insan tipi yukarıda bahsettiğim hedonist bireydir. Bunun sonucu olarak bu birey için en önemli davranış biçimi, mutluluğun ve hazzın gıdası olan tüketime yönelmektir. Bireyin satın alacağı meta ve hizmetlerden sağlayacağı yarar ile mutluluğu, hazzını perçinleştirecektir.

    Epikür'ün felsefesini ele alalım: "Yiyelim, içelim çünkü yarın öleceğiz." Epikürcülere göre insanın en yüksek ideali kendi mutluluğu ve hayatın tadını çıkarmaktır. Her hareketi doğru ve adil olana değil, şu sorunun yanıtına dayanmalıdır: Bu şu an keyfime katkıda bulunacak mı? Epikürcülük, fiziksel haz en büyük iyiliktir der, fiziksel acı ise en büyük kötülüktür. Epikür determinist değildir; nedensiz bir sonucun mümkün olduğunu kabul eder. Epikürcülüğün atomlardan anladığı, kaderci oluşuyla birlikte tam da liberalizmin istediği teslimiyet koşullarını oluşturur. Epikür'e göre insan, kadere kayıtsız kalmalıdır. Çünkü insan, ancak kendi iradesinin ürünü olan şeylere ilgi duyabilir. İnsan, yalnızca akıllı davranıp bize sunulan bir yığın şeyden mutluluk sağlayanları ayırmayı bilmelidir. Epikür'ün "akıllıca davranmak" sözündeki amacı, sonunda acı verecek hazlardan kaçınmaktır. Çünkü insan temel ihtiyaçları olmadan yaşayamayacağından, ihtiyaçlarını tatmin etmekten geri durmayacaktır. İnsan hiçbir şeye gereğinden fazla ilgi göstermemelidir; çünkü fazlalık sonunda her zaman acıya neden olur. İnsan, şan ve şeref gibi görünüşe dayalı değerlerden uzak durmayı da bilmelidir. Bu sahte değerler insanı, hep daha fazlasını istemeye yönlendirirler, ama bunlara yeter derecede sahip olunamayacağı için insan sürekli bir huzursuzluk içine düşer. Bu nedenle sonunda doyumsuzluk ve tiksinti yaratmayacak olan içsel hazlara ilgi göstermelidir. Bir de insan uyuşabildiği, kendisiyle aynı düşüncede ve karakterde olan insanlarla dostluk etmelidir. Bu düşüncenin sonucu olarak Epikürcüler, gerçekten benzerine az rastlanan arkadaş topluluğu kurmuşlardır. Ahlakın amacı, acıları ve sıkıntıları ortadan kaldırmak, aklı dinginliğe ulaştırmaktır. Bilge, isteklerini yaparak, onları doyurarak dinginliğe ulaşır. Epikür ahlakı, amaçta Stoacı ahlaka benzer. Fakat ayrılık amaçlardadır. Epikürcülükte zevkler derece derecedir. Bilge, zevklerin hesabını ustaca yaparak onlardan en çok hoşlanmayı becerebilendir. Her zevk, az çok bir sıkıntıyla birlikte geleceğine göre, Epikürcülük sıkıntıdan kurtulmak için en sonunda dünyadan kopmayı öğütleyecektir. Bilinmezciliğe adanan akıl işlevsizleşir. Bu durum kapitalizmin birey üzerinde en çok istediği durumdur.

    Utilitarizme göre ahlak, yarara göre ölçülür. Utilitarizm, evrensel ahlak yasasını reddeden, bir şeyin doğru ve yanlışlığını sağladığı yarara göre değerlendiren bir felsefedir. En üstün yarar iyidir ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır. Olayların, yarar ve bir amaca yönelik olması gerektiğini savunur. Yararlı işler iyidir, yararsızlar kötüdür. Bu felsefeye göre yaptığımız her iş yararlı olmalıdır. İyi davranışı, haz veren yararlı davranış olarak tanımlayan kişi utilitaristtir. Utilitarist ahlak, yararı toplumsal olarak değerlendirmez. Temel aldığı birim bireydir. Bireyin hazzı ve yararı bazen toplumların aleyhine olur. Aynı zamanda toplum içerisindeki bireylerin mutluluğu aynı anda mümkün olmayabilir. Yarar veya haz ile toplumsal ahlak birçok durumda çelişmektedir. Bu durumda birçok ideoloji kişisel yarar yerine toplumsal yararı temel alır. Dinler de dahil olmak üzere kişiler arasındaki ilişkiyi toplumsal değerler üzerine kurmak yaygınlaşır. Bu da kapitalizmde bireyi, istekleri üzerinden teslim almanın başka bir türüdür.

    Gündelik yaşamımızın ilk bakışta çok dikkat çekmeyen yönlerinden biridir pragmatizm. Dilimize Fransızca'dan giren sözcüğün, felsefenin yanında gündelik dilde yüklendiği "sonuç odaklı yaklaşım" gibi daha somut ve geçerli anlamı da var. Pragmatizm, Amerika'da ortaya çıkan ve daha sonra ülke felsefesi durumuna gelen bir felsefedir. Pragmatizm, felsefe olmaktan çok bir yöntemdir, düşünceyi doğurduğu eyleme göre ölçen bir eylem. Bu yöntemde yeni bir şey yoktur ve günümüze gelinceye kadar evrensel bir görev bilinci yoktu. Pragmatizm, her şeyden önce, başka türlü son verilmeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması yöntemidir. Pragmatizm ile kapitalizmin kendine özgü, metafiziği koruma felsefesi de kuruldu. Bu durumlarda pragmatizm, her kavrama kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle yorumlar yapar. Bu tartışmaların sonu gelmez ve bilinmezlik ile pragmatizm hep kazanır gibi görünür. Bilinmeyen-olmayan şeyi eşeler durursunuz. Oysa pragmatizm yalnızca geçiştirme aracıdır. Pragmatizm, "tanrıya inanmak insanlar için yararlı bir eylemdir" derken, onun düşünce sisteminde yaratacağı sis bulutundan hiç söz etmiyor. Bu noktada pragmatizm kendisiyle çelişiyor ve yarar sağlayacağına zarar veriyor. Elbette burada inanç konusunda "kime faydası olmalı" sorusu gündeme gelmektedir ve pragmatizmin bu soruya yanıtı "bana faydası olmalı" oluyor. Bunun felsefede anlamı ise "öznel idealizmin", "tek benciliğin" biçimidir. Pragmatizmde bize sorulan "neye inanmak daha iyi olurdu" sorusu da, soruya soruyla karşılık veriyor: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun pragmatizmde karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Yani pragmatist çıkarına göre inanacaktır. Ona göre erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik yarar sağladığı sürece doğrudur. Her şey pratik yarar ölçüsüne göre değerlendirilmelidir. Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi yöntemlerini uyguluyorlar. Onlara göre doğru düşünce, pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bu düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak olaylar nedeniyle doğru duruma gelebilir. İnsan, davranışlarından ve eylemlerinden sorumlu bir varlıktır. Toplumsal mücadelenin son hedefi "praksisi" ya da "eylemli toplumu" ortaya çıkarmaktır. İnsanı, gelişimini sınırlayan her şeyden kurtararak, toplum yaşamının öznesi durumuna sokmaktır. Bu da ancak kolektif bir özne yaratılmasıyla ve emek etrafında birleşmesiyle mümkündür. İnsan davranışlarından sorumludur. Çünkü insanın davranışları, toplum yaşamını, çevreyi, dünyayı, uygarlığı ve tarihi etkiler. Bunun sonuçları hemen ortaya çıkmasa da bir süre sonra görülecektir. Öznede kolektif davranış çözülerek, yerini siyasallığı dışlayan bireyci çözümler aldığında, insan özne olmaktan çıkarak, bireyci-yararcı arayışlara yönelir. Bu arayışlar üzerlerine yenilerini koyar, kendi pragmatik davranış ve ifade biçimlerini yaratır. Genel olarak, egemen sınıfın çıkarlarını ve bunun ifadesi olarak egemenliğini korumak için yararlı olan her şeyin doğru olduğu mantığından hareket eden pragmatizm, emperyalizm çağında bütün burjuva egemenlerin genel felsefe teşvikidir.

    Psikologlar narsizmi, psikopatlık ve makyavelizm ile ilişkilenen karanlık bir üçlü olarak görür. Narsistler, empati kurmayan ve utanç-suçluluk duymayan insanlardır. Bireylerin ötekileştirme, kırılganlık ve kendilerini iyi hissetmek için başkalarını aşağılama eğilimleriyle birlikte kendilerini üstün, yetkili ve özel görmeleri olarak tanımlanabilir. Narsist, dış dünya kendisinden ibaret olmadığı ve kendi içselliğinden farklı olduğu için, dünyayı algılamakta zorlanır. Narsist liderin ise en büyük korkusu gücünü kaybetmektir. Herhangi bir topluluktaki bir kişi tarafından da olsa üstü kapalı eleştirilse, bütün dikkatini o kişiye odaklar. O kişiyi düşmanlaştırır. Örneğin; o kişi tarafından kıskanıldığına inanır. Gerçekte ise kendileri, yoğun kıskançlık duyguları yaşarlar ve her türlü başarının kendi hakları olduğuna inanırlar. Küstah, kendini beğenmiş, insanlara tepeden bakan bir duruşları olduğunu kabul eder, ancak bunu hak ettiklerini düşünürler. Bunu da açıkça ifade etmekten çekinmezler. Çevrelerine aşırı öz güvenli görünürler, fakat bu durum derinlerde gizlenmiş güvensizlik duygusu ve düşük öz saygı ile kuşanmıştır. Narsist insanlar sürekli olarak duygusal ihtiyaçlarını kullanmak için sığ ve zayıf ilişkiler içerisinde olurlar. Dolayısıyla narsistik özellikler bir değer yitimine uğradığı anda, bu durum narsistik kişilik bozukluğuna neden olur. Narsizm; sanayi devrimiyle birlikte toplumda yayılan modern bir salgındır. Toplumsal olandan kişisel olana doğru bir odaklanma söz konusudur. Öz-saygı değişimi için burası önemli bir dönüş noktasıydı. Hayattaki başarı için öz-saygı bir kilit olarak tanımlanmaya başlandı. Bireyciliğin gelişmesi ve toplumun modernleşmesiyle benimsenmiş sosyal kuralların azalmasıyla birlikte, aile ve toplum, bireylere sağladıkları desteği artık sağlayamaz duruma geldi. Ve araştırmalar, sosyal bağlara dayalı olmanın (bulunulan topluma, aileye ve arkadaşlarla bağlılık) sağlık açısından temel yararlar sağladığını ortaya koydu. Sosyal toplum bozuldukça "diğer insanlar için de en iyi olan hangisidir" sorusunun yerini "benim için en iyi olan hangisidir" sorusu aldı. Bu biçimde bir modernleşme; her şeyden önce zenginlik, ün ve şöhreti över duruma geldi. Bütün bunlar, sosyal bağlardaki kırılmalarla birleşince de "sosyal anlamda boş benlik" ortaya çıktı. Yine emperyalizmin istediği oldu.

    İşte kapitalizmin felsefesinin meyvesine, bizi getirdiği nokta "sosyal darwinizm" ve onun özlemle istediği "öjeniye" geldik. Bütün o mutlulukçuluk ve bencillik isteğinin altında yatan temel sebebe geldik. Sosyal darwinizm, Charles Darwin'in evrim teorisinin oluşturulmasında kanıt olarak sunduğu "ortama uyum sağlamakta güçlük çeken canlılar zaman içinde yerlerini, ortama daha kolay ayak uydurabilen daha güçlü canlılara bırakırlar" görüşünün, bazı düşünürler tarafından sosyolojide veri olarak alınmasıyla oluştu. Sosyal darwinizm, Darwin'in adını taşımasına karşın temel olarak teoriyi geliştirenler H.Spencer, T.Malthus, F.Galton gibi başkalarıdır. Sosyal darwinizm terimi ilk olarak 1879'da Oscar Scmidth tarafından "Popüler Bilim" dergisinde yayınlansa da bilimle ilgisi yoktur. Sosyal Darwinizm ile klasik ekonomi arasındaki ilişkinin arkasında Thomas Malthus ve onun nüfus teorisi vardır. Klasik ekonominin öncülerinden kabul edilen Malthus'un insanlığın nüfus artış hızının kaynakların (özellikle gıda) artış hızından fazla olduğu, matematiksel anlamda ifade edilirse nüfus artışı geometrik bir dizi izlerken, kaynakların artış hızının aritmetik bir dizi halinde artması, bu nedenle uzun süreçte zorunlu bir şekilde var olan kaynakların var olan nüfusa yetmeyeceği ve bununda bir doğal ayıklanma süreciyle beraber dengeye oturması gerektiğini, ve sistemde oluşacak bu gibi dengesizliklerin tamamen çok fazla çoğalan alt sınıflar tarafından kaynaklandığını savundu. Bununla birlikte, burada gözden kaçan durum, evrim teorisinin "en güçlünün hayatta kalması" değil; "en uyumlunun, değişime en açık olanın hayatta kalması" olduğu gerçeğidir. Güçlünün hayatta kalmasını iddia eden kişi H.Spencer olmasına karşın Darwin ısrarla "güçlülük" değil "değişime açıklık ve uyumluluk" dedi. Hatta kuzeni F.Galton'ın evrim teorisine dayanan ve sadece en sağlıklı/verimli insanların üremesine izin verilip, diğerlerinin üremesine engel olarak daha başarılı insan toplumları yaratılması gerektiği görüşünü ileri süren öjeni düşüncesine de ömrü boyunca sertçe karşı çıktı. Darwin'in kendisiyle ilgili olmayan bilimsellikten uzak "sosyal darwinizm" teorisine karşıtlığına rağmen Alman tarih okulu "güçlü olanın ayakta kalacağı" düşüncesinden yola çıkarak "güçlü olanın haklı da olduğu" düşüncesiyle sistematik ırkçılığın temellerini attı. O süreçte ırkçı Alman tarih okulunun tarih görüşü "tarih bir uluslar savaşıdır ve saf ve güçlü olan ulus bu savaştan galip çıkacaktır" der. Fakat Darwin'deki "ırk" kavramı yaşadığı zamanın gereği olarak kullanıldı, insan için türe karşılık gelir ve ırkçılığı dışlar. Bugünün koşullarında da yaşayan insan "homo sapiens" olarak tek türdür.

    Peki sosyal darwinizm, dolayısıyla ırkçılık ne getirir? Öjeni getirir arkadaşlar. Öjeni suçtur ve emperyalizmin meyvesidir. 20.yy'ın ilk yarısında taraftarı çok olan öjeni teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanarak, insan ırkının yenilenmesini savunuyordu. Bu teoriye göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleşerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, insan ırkı da yenilenebilirdi. Amerikalı öjenikçiler İtalya, Yunanistan ve Doğu Avrupa gibi küçük gördükleri toplumlardan gelen göçmen sayısını sınırlamayı da destekliyor, Amerikan vatandaşı olan akıl hastaları, geri zekalılar ve saralıların kısırlaştırılmasını ileri sürüyordu. Bu çabalar sonucunda Amerika'daki eyaletlerin yarısından çoğunda kısırlaştırma yasaları çıkarıldı; 1970'lere değin çok az da olsa, istek dışı kısırlaştırmanın olduğunu biliyoruz. Öjenikçilerin düşünceleri, 1930'lardan buraya değin çok fazla eleştiriye hedef oldu; Almanya'da Nazilerin Yahudiler, Siyahlar ve eşcinsellerin ortadan kaldırılmasında öjenikten destek almasından sonra bu görüşler unutuldu. Öjeni düşüncesi, soykırım gibi, ırkçılığın en uç noktalarından biri olarak değerlendirilir. Bu iki kavram anılınca akla ilk gelen siyasal yapı faşizmdir. Irkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, "insan ırklarının evrimi" başlıklı bir makalesinde ortalama bir siyahinin zeka yaşı, homo sapiens türüne ait on bir yaşındaki bir çoçuğun zekasına ancak ulaşabilir diye yazıyordu. Öjenik denetim ilk kez 1883'te F.Galton tarafından ileri sürülmüştür. Bu görüşü destekleyenler "iyi" özellikleri olan insanların çocuk yapmaya teşvik edilmelerini; "kötü" özellikleri olanlarınsa aile kurmaktan kaçınmalarını önerirler. Ancak hangi özelliğin "iyi" ya da "kötü" olduğuna objektif olarak kimin karar verebileceği de ayrı bir sorundur. Yakın zamanlarda öjeni Avrupa'da ve ABD'de uygulanmıştır. 1926'da kurulan Amerikan Öjenik Derneği, toplumda burjuvazinin genetik yapısı nedeniyle ekonomik olarak güçlü olduğunu ve toplumsal konumunu hak ettiğini ileri sürdü. Emperyalizmin ilerideki planları arasında sınıf öjenizmi söz konusu olabilir. İşte size liberalizm ağacının olukları ve meyvesi öjenizm!
    EMPERYALİZM
    Serbest rekabetçi kapitalizmde sermaye ihracı yoktur. O zaman sadece satılacak ürünler ihraç ediliyordu. Oysa emperyalizmde gündeme sermaye gereksinimi girdi. Sermaye ihracı, emperyalist süreçte kullanılan daha etkili bir sömürü biçimidir. Bu biçimde emperyalist ülke, meta üreterek ülkelere satmak yerine sermayesini alan bulduğu ülkeye yatırır ve üretimi de doğrudan kendisi gerçekleştirir. Emperyalistlerin bu yöntemi seçme nedeni, hem daha çok sömürü, hem de kendi ülkelerindeki sermaye fazlasına yeni alan ihtiyaçlarıdır. Burada hareket ettirici güç, kar hırsıdır. Çünkü emperyalist ülkelerde hala yatırım yapılacak alanlar vardır. Örneğin: Tarım alanları sanayi alanlarına göre daha geridirler. Fakat, emperyalizmin doğası budur ve o hiçbir zaman az karlı işlere yatırım yapmaz. Çünkü insanlığa, canlılara ve doğaya düşman bir yıkım sistemidir.






    Üretimi arttırmak, ürünlerin maliyetini düşürmek için tekniği geliştirmeye büyük ağırlık veriyorlar, işçileri sömürmeyi de son noktasına kadar zorluyorlardı. Maliyeti düşürmenin sonucu fiyatlar düşüyor, rakiplerden hangisi daha düşük fiyatlı mal sürerse pazar onun eline geçiyordu. Kapitalist işletme dahilindeki sermaye, artı değer birikimi nedeniyle büyüyor, meta üretimi gittikçe çoğalıyordu. Böylece bir yandan sermaye, bir yandan üretim yoğunlaştı, yani büyüdü ve gittikçe az sayıda işletmenin elinde toplanmaya başladı, yani merkezileşti. Böylece, serbest rekabetçi kurallar içinde çekişen işletmelerin yerine kendi aralarında oluşturdukları birlikler yoluyla, serbest rekabeti ortadan kaldıran büyük tekeller oluştu. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm aldı. Tekellerin farklı örgütlenme biçimleri vardır, hepsinin yapısı özünde aynıdır. Kartel, tröst, konzern, anonim şirket en sık rastlanılan biçimleridir. Tekellerin birlikteliği olan holdingler de tekelin farklı bir örgütlenme biçimidir. Devletin giderek yalnızca tekeller çıkarına işlemesi, tekellerin devlet üzerinde oldukça etkili olması, devletle tekellerin bütünleşmesini sağladı. Tekelci burjuvazi, emperyalist devlet üzerinde oldukça etkin olduğu için artık yalnızca tekellerin çıkarına girişimde bulunur. Bu devlete tekelci kapitalist devlet, emperyalist devlet diyoruz. Bundan böyle devletin bütün işleri, tekellerin kararlarını garantileyecek doğrultudadır. Bu bir zorunluluktur.

    Kapitalizmin emperyalist sürece geçmesi ilk küresel krizin sonucudur. Kriz sonucunda burjuvazinin merkezileşme ve yoğunlaşma süreci yaşandı. Küçük ve orta gelirli şirketler iflas etti. Bu noktada piyasa kontrolü ve devlet ekonomi politikaları, büyük şirketlerin tekeline girdi. Kapitalizm, emperyalist sürece geçerken ortakçılığa dayanan tröst ve kartellerle kendisini yapılandırdı. Bu süreçte banka burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir bağ oluştu. Büyük tekellerin devlet ihaleleri ve banka kredileriyle büyüdükleri bir sürece girildi. İlk krizle birlikte tekeller, ucuz ham madde ve yeni yatırım alanı arayışına girdiler. Bu arayışlar kapitalizmi küresel üretim biçimine dönüştürdü. Ekonomik olarak güçsüz ülkeler, jeopolitik savaş alanına dönüştü. Ham madde ticareti gelişince, ulaşım sorununu çözmek için büyük yatırımlar başladı. Kapitalist ülkelerdeki büyük tekeller arasındaki ham madde ve pazar arayışındaki rekabet, 1.Paylaşım savaşına neden oldu. Korumacılık ve kolonicilik politikaları rekabeti arttırdı. Bu rekabet sonucunda, silah ve savaş sanayine yatırımlar arttı. Kapitalizm bu krizden kurtulmak için köklü olarak yenilenerek emperyalist sürece geçti. Böylece kapitalizmin en yüksek süreci başladı. Emperyalizm, kapitalist ülkelerin saldırgan dış politikalarının değil kapitalizmin "eşitsiz bileşik gelişim yasasının" kaçınılmaz ürünüdür. Kapitalizmin tekelleşmeye doğru yönelmesi, ilk başlarda yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticareti geliştirdi. Emperyalizm süreci ise, sanayileşmenin büyük boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin dünya sistemine dönüştüğü süreçte ticareti de evrenselleştirdi. Önceki dönemlerin tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde atılımlar yapan tekelci güçlerin iç içe geçmiş ilişkileri aldı. Farklı ülkelere ait finans kapital grupları, diğer egemen ülkelere ait kolonilerin sınırlarını aşmak ve yeni pazarlara sızmak istiyordu. Finans kapital, önündeki engelleri tanımayarak, karlı gördüğü her işe girişmeye başladı. Artık, ekonomik olarak güçsüz bir ülkede yalnızca tek bir egemen yoktu ve kolonyalizm dönemine ait mutlak tekel durumu sarsılıyordu ve ulusal burjuvaziler güç kaybediyordu. Emperyalizm sürecinde, tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin tekelini kurması, bir yandan tekeller arasındaki rekabet, diğer yandan finans kapital grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün değildi. Emperyalist ilişkiler ağıyla güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarında avantajlarını zayıflatmaya yönelik ilişkilerde uzmanlaştılar. Örneğin her biri kolonisi üzerinde hak iddia ederken, rakip ülkenin kolonisinde "ulusal bağımsızlık mücadelesini" destekledi. Koloni ülkelerde ulusal mücadeleler işçi mücadelelerine dönüşmediği sürece, bu ataklar birbirleri için doğal karşılanıyordu. Çünkü koloniciler, koloni olmaktan çıkarak ulus devlet kuran ülkenin, sıra ekonominin yapılanmasına geldiğinde, yanlarına varacağına güvenirler.


    Emperyalizmden önce bankalar, ödemeler konusunda aracılıktan başka bir işe karışmazdı. Fakat tekelci kapitalizm çağında, sanayi sermayesi artınca, bankalarda da değişiklik oldu. Gelişen sanayinin mali gereksinimlerine bankalar yanıt verdi. Bankada bulunan para şeklinde sermaye, sanayi sermayesi ile bütünleşti. Büyük bankalar, küçüklerini ya kendilerine bağladı ya da yok etti. Büyük sanayideki yatırım alanları, büyük paraları ve kredi olanakları nedeniyle yavaş yavaş bu büyük bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldiler. Artık bankalar, banka tekeliydi. Artık tüm kapitalistlerin mali işleri banka tekelindeydi. Şubeleri aracılığıyla sermaye ve gelirleri merkezileştirdiler. Banka müdürleri, sanayiye el attıklarından, artık denetim işi de yapıyordu. Ve işte böylece finans kapital doğdu. Finans kapital, yani mali sermaye, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelci süreçte birleşimidir. Finans kapitalin ortaya çıkışı, serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalizme geçişin en önemli göstergesidir. Emperyalist baskının işleyişinde borç mekanizması çok önemli yer tutar. Emperyalizm sürecinde güçlülük kolonicilikte değil, ulusal burjuvazinin başka bölgelere etki etmesinde aranır. Emperyalizm sürecinde yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi, finans kapitalin yayılmacılığıyla atlatmaya çalışır. Ulus devletlerin de sırtında kambur olan bankalarla büyük sanayi tekelleri arasındaki bu iç içelik, ortaya bir avuç para babası çıkardı. Ben bu para babası tekeline ise yerel (finans oligarşisinin hizmetinde) ve küresel olarak tümleşen "finans oligarşisi" diyorum.

    Emperyalizmin öncesi kapitalizm döneminde olan kolonyalizm politikaları, bugün de hala emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Emperyalizmi sömürgeci yayılmacılığa indirgemek yanılgıdır. Kolonicilik bir devletin başka ulusları, devletleri, siyasal ve ekonomik olarak ele geçirip yerli halk üzerinde kültürel asimilasyon uygulaması ve kolonileştirdiği toprakların mutlak egemeni olması anlamına gelir. Kolonileştirme, bir ülkenin siyasal, hukuksal, ekonomik tüm var oluş haklarının yok edilmesine dayanmaktadır. Kolonici güçler, koloni kontrolü kaybedene kadar mutlak egemen olmaktaydı. Başka hiçbir güç o koloninin üzerinde söz hakkına sahip olmamaktaydı. Koloniciliğin temel dayanağı egemenliği altına alma üzerinden gelişmekteydi. Kapitalizm geliştikçe, tekelleşme süreci ilerledikçe bu egemenlik biçimi de baştan aşağıya boyut değiştirme sürecine girdi. Eskinin koloni imparatorlukları yerlerini tekellerin, kartellerin, finans kapitalin çoklu ilişkisi temelinde yerini emperyalizme bırakıyordu. Özet olarak, kolonyalizm siyasal bağımsızlıktan yoksun koloniciliğe dayanırken, emperyalizm ise güçlü finans kapital gruplarının küresel etki alanına dayanır. Emperyalizmi koloniciliğe indirgemek ona karşı mücadeleyi de milliyetçi bir temelde bağımsızlık mücadelesine indirgemeye karşılık gelir. Emperyalizm kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesinin adıdır. Bunu bu şekilde kavrayamayıp yayılmacılık ve saldırgan bir dış politika olarak görmek, emperyalizme karşı küresel bir sınıf savaşı yerine küçük burjuva milliyetçisi bir eylemcilik oluşturur. Bunun yerine enternasyonalist bir yurtseverlik örgütlenebilir.

    Artık kapitalizmin serbest rekabetçi zamanındaki tekellerin olmadığı süreçten söz edemeyiz. Finans oligarşisinin etkisindeki tekeller ekonomide söz sahibidir. Küçük sermaye sahibinin uluslar arası boyutta bir tekelle baş etmesi söz konusu değildir. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur. Emperyalist kriz gelişirken, onun parçası olan güçler de kapsamlı bir vuruşmaya sürükleniyor. Emperyalizm, farklı devletlerin ilişkisinin, finans oligarşisinin etkisindeki tekellerin etkisiyle, dünya ekonomisinde ortaklığı olarak görülmediği sürece, parça-bütün ilişkisi ele alınmadan, saldırganlık ve savaş eğilimi çözümlenemeyecektir. Ayrıca emperyalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu, bu nüfusa ek olarak yaklaşık 2 milyar kayıt dışı işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) temel ihtiyaçları için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek, haksızlık olmaz. Emperyalizm kapitalizmin son evresidir ve bir toprak ya da fetih isteği değildir. Emperyalizm, birikim sürecinin bir sonucudur. Geriye çevrilemez!
    KAPİTALİZM
    Kapitalizm, kendinden önceki tüm sınıfları altüst edecek biçimde eşitsiz bir dünya yarattı. Tüm bu süreçte burjuva politik ekonomisi, kapitalizme eşlik etti. Kapitalizmde değer yasası geçerlidir ve "ortak iyi" kalmaz. Bir avuç tekelci kapitalistin servetine servet katması için milyarlarca emekçi kötü çalışma koşullarına itildi ve bu durum burjuva politik ekonomisi için "doğal" karşılandı. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar, yönetenlerin artı değere zor yoluyla el koyduğu, meşruluğunu baskıyla, din ve gelenekten alan toplumlar içinde var oldu. İnsanları kölelik, serflik gibi biçimler altında kişisel bağımlılığa zorladı. 16.yy'da ortaya çıkan ve tüm dünyayı emperyalizm çağında egemenliği altına alacak olan kapitalizm, insanlar arasındaki kişisel bağımlılık ilişkilerini meta ilişklerine çevirerek ortadan kaldırdı ve toplumsal yaşamı kişisel olmayan piyasa kuralları doğrultusunda yeniden örgütledi. Kapitalizm, 17. ve 18.yy'da İngiltere ve Fransa'daki burjuva siyasal devrimleriyle zaferini ilan etti. Bağrından koptuğu feodalizme karşı sonuncu zaferini ilan edene kadar verdiği mücadele içinde geniş kitlelerin özgürlük ve eşitlik taleplerinin dayanağı oldu. Bu süreçteki düşünsel temel, bugün hala kapitalizmle özgürlük ilişkisi üzerine yanılgı oluşturur.





    Kapitalist özel mükiyet ilişkileri, üretim araçlarının gelişmişlik düzeyine rağmen barbarlığı egemen kılıyor. Özel mülkiyet ilişkileri, sömürü tarihinin en yüksek düzeyiyle insanı köleleştiriyor. Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, insanın canlı emeğinin ürünü olan makinaların kullanımı, insanın köleleştirilmesine aracı oluyor. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, ürünlerin sahibinin olması demektir. Bu meta üretiminin temelidir. İnsan gereksiniminden fazla ürün ürettiğinde, üretim araçları bu yönde geliştiğinde, hem de üretim araçlarını özel mülkiyete verdiğinde meta üretir. Meta üründen farklı olarak, pazar için üretilir. Burada karşı durulması gereken, insanın kendini tükettikçe mutlu hissettiği meta üretiminin kendisidir. Kapitalizm, meta üretiminin evrenselleşmesi, meta üretim ilişkilerinin tüm toplumu sarmasıdır. Kapitalizm, bu meta üretimini evrenselleştiren tek ekonomik sistemdir. Bu evrenselleşme, ücretli emek ile tamamlanmış bir döngüdür. Meta tüketme bağımlılığı, çağımızın birçok hastalığının toplumsal temeli durumuna gelmiştir. Bu bağımlılık her türlü insanlık değerini yıkarak egemenlik alanını genişletir.

    Kapitalizm, merkantilizm ve fizyokrasinin etkisiyle kurumlaşmaya başladı ve klasik ekonomi politiğiyle şekillendi. Kapitalizmin en belirgin özelliği, zamanla olaylara ve değişmelere yönelik teorik yaklaşımlarla geliştirilmesidir. Kapitalizm, 16.yy'dan buraya değin meydana gelen ekonomik gelişmelere göre değişerek bugünkü görünümünü aldı. Serbest rekabetçi süreç, 18.yy'da feodal üretimin ortadan kalktığı, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, burjuvazinin ilerici barutunu tamamen tüketmiş olduğu 20.yy'ın başlarına kadar sürer. Bu dönemde burjuvazi henüz tekel değildir ve çeşitli üretim dallarında birçok şirket yarışmakta, rekabet etmektedir. Rekabetçi piyasada maliyeti düşürürsen ve üretimi arttırırsan, teknoloji ve organizasyonla birlikte başarılı olursun. Rekabet, güçlü olanın kazanması, herkesin yatırım yapması ve yarışa katılması ile gerçekleşir. İşte kapitalizmin vaat ettiği özgürlük budur. Burjuvazi bir yandan feodalizme karşı savaşır, bir yandan da onunla emekçilere karşı uzlaşırken, serbest rekabetçi kapitalizm temelinde "siyasal demokrasi" hayata geçer. Serbest rekabetçi kapitalizm siyasal demokrasiyi koşullamıştır.

    Liberalizmle birlikte dünyada burjuva demokrasinin benimsenmeye başlaması ve serbest ticaret anlayışı merkantilizmin sonunu getirdi ve 19.yy başlarında yerini kapitalizme bıraktı. Ancak kapitalist süreç merkantilizmi tamamen yok etmedi. Çünkü bu dönemde de ihracata öncelik veren korumacı politikalar savunuldu. Değişen şey, köleliğin kaldırılmaya başlanması ile ticaretin daha serbest olmasıydı. 20.yy'da kendi ülkelerindeki yeni işleyimleri korumak, işsizliğin artmasını önlemek, ticaret açığını engellemek gibi amaçlarla devletler ithalatı zorlaştırdı. İhracat yapmaları zorlaşan devletler ise buna karşılık olarak küresel ticaretin %65 kadar düşmesine sebep oldu. Bu dünya krizi yaşattı. Bu krizde 1.Paylaşım savaşı ve 2.Paylaşım savaşının etkisini de göz ardı edemeyiz. 2.Paylaşım savaşının ardından devletler, aşırı korumacı politikaların olumsuz etkilerini anladılar. Dünya bankası, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyonlar kurdular. Fakat özellikle Çin merkantilist anlayışı bırakmadı ve üretime hız vererek, ihracata yöneldi. Ülkeye döviz girdisini arttırdı ve dünyanın fabrikası haline geldi. Ayrıca Çin, kazancını halkına dağıtmak yerine yatırımlara harcadı ya da Amerikan tahvilleri aldı. Kapitalizm, 19.yy'ın ikinci yarısında tekellerle tanıştı. "Bırakınız yapsınlar" liberalizmi ekonomi politiği olarak süreçten ayrıldı. Toplumsal yaşamın biçimlenmesi, tekel kazancına bağlı duruma geldi. Fiyatları artık serbest piyasa koşulları değil, tekeller belirliyordu. Tekel karı, her türlü gelirin kaynağı oldu. Aracılık, komsyonculuk, tefecilik ve mali sermaye (finans kapital) belirleyici güç oldu. Burjuva demokrasisi ortadan kalktı.

    Koloni sözcüğü, sömürge demektir. Merkez ülkeye bağlanmak üzere başka alanda yerleşilen yer demektir. Kolonyalizm ise, yeni topraklar ele geçirme, kolonici yayılmacılık anlamına gelir. Kapitalizm altında kolonicilik, 16.yy'dan 18.yy'a uzanan merkantilist süreçte, özellikle coğrafi keşiflerle ve denizaşırı toprakların fethiyle ortaya çıkar. Bu yayılmacılık, kolonileşen ülkenin ham madde kaynağına el konması, merkez ülkenin fazla nüfusunun yeni topraklara yerleştirilmesine dayanır. Özellikle geniş bir koloniciliğe dayanan İngiltere, kapitalizmin serbest rekabetçi sürecinde de (18.yy'ın ikinci yarısı ve 19.yy) bu avantajı sayesinde güçlü bir sermaye birikimi sağladı. Sanayi üretiminde atılım yaptı ve küresel ticarette üstünlüğü uzun süre elinde tuttu. Bu süre boyunca karşısında rakip görmedi. Dünya pazarındaki konumuna güvendi. Fakat 19.yy'ın son çeyreğinde konumunu yitirmeye başladı. Çünkü İngiltere örneğini izleyen diğer ülkeler, kendi koruyucu gümrük duvarlarını çektiler ve İngiltere ile rekabete giriştiler. Aralarındaki kapitalist yarışta mesafeyi kapatma amacıyla ülkeler atak yapınca, 19.yy'ın son çeyreğinde dünya yeni kolonilere tanık oldu. Kendilerini dünyanın mutlak egemeni olarak gören İngilizlerin duygu durumu değişti. Yeniden koloniciliğin yararları üzerine nutuk atmaya başladılar. Kolonici rekabet yükseldiğinde İngiliz devlet adamları, "fazla nüfusu yerleştirmek" ve "fabrikalar ve madenlerin ürünleri için yeni pazarlar kazanabilmek" amacıyla "yeni topraklar elde etmek" isteğini dile getirdiler. Hatta kimileri, "iç savaştan kaçınmak istiyorsanız, kolonyalist olmak zorundasınız" diyordu. Kolonicilik, ulusal sınırların ötesine yayılmayı gerektiriyordu. Kolonicilik, açık olarak ve siyasal olarak bağımlı kılmaya, boyun eğdirilen ülkenin siyasal ve hukuksal hakkının ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Kolonici ülke, koloni ülke üzerinde ekonomik, siyasal, hukuksal, askeri her türlü yararlanma hakkını eline geçirmiş oluyordu. Ve bu, kolonici ülkenin koloni ülke üzerinde kurduğu tekel hakkıydı. Kolonici ülke değiştirmediği sürece, koloni ülkede başka bir ülke de hak iddiasında bulunamazdı. Başka bir ülkenin ekonomisinin ya da siyasetinin üzerinde hak sahibi olmanın yolu, o ülkeyi koloni yapmaktan geçiyordu. Ancak kapitalizm geliştikçe egemenlik ilişkileri de değişime uğrayacaktı.
    İLKEL KAPİTALİZM
    Merkantilizm, feodalizmin bağrından koptu. Merkantilizm, bir çeşit ilkel kapitalist teoridir. Merkant, burjuva sözcüğünden türemiştir. Kendine kapitalist sistemin hemen öncesinde uygulama alanı buldu. Merkantilizm, feodalizmin çökerek, monarşist devletlerin kurulduğu ve ticaret kapitalizminin geliştiği süreçte ortaya çıktı. Merkantilizmin temelinde ulus devletin ortaya çıkması, uluslar arası ticaretin gelişmesi ve ticaret sermayesinin güç kazanması vardır. Merkantilistler, ulusal ekonomik gücün en yüksek seviyeye çıkması için ekonomiye müdahaleyi savundular. Merkantilizm, paraya ve dış ticarete büyük önem verir. Altın ve gümüş paranın, tek ekonomik güç kaynağı olduğunu kabul eder. Bireyin değil devletin yararı ön plandadır. Çünkü devlet bireylerin topluluğundan başka bir şey değildir. Ekonomik güç peşinde koşmak en yüce amaç olunca, yetkiler de buna göre belirlendi. Bunun için ekonomik olarak güçlenmenin koşulları araştırıldı. Devletler gözetiminde talanlar ve korsanlıklar yapıldı. Din tarafından da ekonomik olarak iyi durumda olmak yüceltildiği için devletin ve toplumun amaçları bu yönde gelişti. Bu düşünceye göre para, altın ve gümüşün varlığına dayandığından devlet; elindeki altın ve gümüş miktarına göre gücünü belirler. Asıl önemli olan dış ticaretten elde edilen faiz fonlardır. Çünkü ülkenin maden miktarının arttırılabilmesi ülke içinde değerli maden üretilmediği sürece ancak dış ticaret yoluyla mümkündür. Bu da dış ticarete önem vererek, yurt içine daha fazla altın ve gümüş girmesini teşvik ederek sağlanır. Merkantilizme göre dünyada sabit bir ekonomi vardır ve biri ekonomik olarak güçlüyken diğeri zayıf olmalıdır. Ülkenin ekonomik olarak gücünün artması da ithalatın yasaklanarak ihracatın arttırılması ile mümkündür. Feodalizm sınıfları burjuvaların yönetimine bırakırken, merkantilizm yönetimin devlete verilmesini sağladı. Merkantilizm, hedeflerine ulaşmak için devletin ekonomiye müdahalesini normal gördü. İçe karşı müdahaleci ve sanayileşmeci, dışa karşı ise korumacı bir ekonomi politikası izledi. Ayrıca koloni sahibi olmak ve kolonileri diğer ülkelerin rekabetine kapatmak çok önemlidir. Çünkü bu koloniler ucuz ham madde kaynağıdır ve bu ham maddelerden üretilen pahalı maddenin pazarıdır. Merkantilizm, ilkel kapitalizmin rekabet yasası gereği, ulusalcı bir görüşe sahip olmakla birlikte merkeziyetçi bir yayılma politikasını da savundu. Devletler ekonomik açıdan ulusçudur ve bu da dış ticarette koruma ilkesini benimsetir. Burjuvalığın teşvik edilmesi, insan ve para bolluğu, sanayinin ve ihracatın gelişmesi, devletin koruyucu rolü oldukça öne çıkmıştır. Ayrıca merkantilistler, ülkelerinin nüfuslarının artmasından yanadır. Çünkü insan bolluğu emek bulmayı rahatlatacaktır ve düşük ücrete yol açacaktır. Büyük ordulara sahip olmayı sağladığı ise ayrı bir konudur. Kalabalık nüfus, iş gücünü artırır ve maliyeti düşürür, bu da ihracatta avantaj sağlar. Bu açıkça sömürecek emek için, emekçi aramaktır.





    Temelde merkantilizm, düşük ücret politikasına dayanıyor. Emekçi, emeğinin karşılığını kesinlikle alamıyor. Ücret yükselmesinin emek verme sürecini arttıracağı, düşük ücretlerin ise emekçiyi çalışmak zorunda bırakacağı düşünülüyor. Ayrıca ücretlerin yükselmemesi için bir yandan nüfusun fazla olması isteniyor, diğer yandan ürün fiyatlarının bolluk yıllarında da yüksek olması isteniyor. Ticaret kapitalizminin hacmi büyüdükçe ve ticaret burjuvazisinin planları öne çıktıkça merkantilistlerin bu görüşleri de belirginleşti. 16.yy sonlarında, yaklaşık 100 senede merkantilist ülkeler arttı. Sürekli dış ticaret fazlası vermeye çalışan ülkeler, diğer ülkelerin ekonomik olarak zayıflamasına sebep oldu. Ekonomik olarak zayıf ülkelerde üretilen malları satın alacak para kalmadı. Çünkü ekonomik olarak güçlü ülkeler satış karşılığında yalnızca altın ve gümüş alıyordu ve ham madde ithalatı da yasaktı. Bu da ekonomik olarak zayıf ülkelerde talebi arttırdı. Ayrıca ekonomik olarak güçlü ülkelerde aşırı maden oluşu madenlerin değerini azalttı ve ülkelerde enflasyona sebep oldu. Bu süreçte sermaye grupları aralarında çekişiyordu ve bu durum feodallerle köylülerin yan yana gelmesine neden oluyordu. Bu süreçten itibaren politik ekonomi de sınıf iktidarına giden bir araç olmaya başladı. Burjuvazinin birikim silahı olarak bilimselleşti ve kapitalizmin yapılanmasına yol açtı. Çekişme, merkantilizm karşısında durumu burjuvazi öncesi burjuva bakış ile analiz eden fizyokrasinin ön görüsünü destekledi. Merkantilizmin dünya egemenliği 19.yy başlarında liberal teorilerin güçlenmesine kadar sürdü. Bu süreçten sonra güç kaybetti ve yerini serbest piyasa ekonomisine dayalı liberalizme bıraktı. Sanayi devrimi ile pazar arayışları merkantilizmin yok olmasına neden oldu.


    Ekonominin işleyişinde doğal bir düzen olduğunu savunan, devletin ekonomiye müdahale etmemesini isteyen, gücün tek kaynağını tarım olarak gören fizyokrasi, altınla, parayla veya sanayiyle uğraşmaz. Mantığı çok basittir. Güç insandan gelir, insan topraktan beslenir. İnsan sayısı ve toprak miktarı ne kadar fazlaysa bir ülke o kadar güçlüdür. Fizyokratlara göre üretimde tek verimli alan tarımdır. Tarım tüketilenden daha fazla üretime yol açar. Oluşan bu fazlalık net üründür. Ticaret ve sanayi ise kısırdır, çünkü net ürün oluşturmaz. Fizyokratlara göre gelir dağılımı açısından toplum üç sınıfa ayrılır. Verimli sınıf (çiftçiler), toprak sahipleri, kısır sınıf (sanayici ve burjuvalar). Sınıflar arası gelir dağılımı şöyledir: Çiftçiler, topraktan sağladıkları net ürünü toprak sahiplerine kira olarak verirler. Toprak sahipleri, toprağın işletilmesinin bedeli olan bu net ürünü alırlar. Kısır sınıf ise ham maddeyi işlenmiş maddeye dönüştürmek için imalathane ve işçiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sınıfın elde ettiği net gelir, diğer iki sınıfa dönmek zorundadır. Fizyokrasiye göre denge bu şekildedir. Verimli alan tarım olduğu için vergi de tarımdan alınmalıdır. İhracat, tarıma dayanmalıdır. Sermaye yalnızca tarımsal yatırımlarda kullanılmalıdır. Fizyokratlara göre ekonomi kutsal bir düzendedir. Üreticiler ve tüketiciler kendi çıkarlarına göre hareket etme hakkına sahiptir. Özel mülkiyet ve serbest girişim ilkelerine dayanan bu düzende ekonomi kendi kendine işler. Doğal kaynakların ülkeler arasında farklı dağılımı, bu ülkelerin birbirleriyle alışverişini kutsal bir duruma getirmiştir. Bu farklılık nedeniyle fizyokratlar "uluslararası dayanışma" içinde başka ülkelerin yoksulluğuna karşı çıktılar. Yani fizyokrasinin dayanışmayı kutsallaştıran teolojik bir yapısı vardır. Fakat fizyokratlara göre ilkel kapitalizmde, temelde yapılacak tek değişiklik, devlet müdahalesinden kurtulmaktır. Fizyokratlar teorilerini hazırlarken ekonomiler tamamen tarımcıydı, merkantilistler ise ticari kapitalizmin etkisiyle devletçi oldular. Fizyokrasi kendine etkin alan bulamasa da ekonomik hayatta serbestlikten yana olduğu için ekonomik liberalizmin kurucusu sayılabilir. Temel farkı özetlemek gerekirse, merkantiliste göre değerin yaratıcısı ticaret, fizyokrata göre topraktır.

    Bu Blogda Ara

    İLETİŞİME GEÇ!

    Toplantılara katılmak ya da bulunduğunuz ilde aktif olmak için temasta ol.